Ahmet Sandal

Ahmet Sandal

HİKAYE DENEMELERİ 4: İlk oruç ve annenin ödülü

HİKAYE DENEMELERİ 4: İlk oruç ve annenin ödülü

ahmet-sandal-016.jpg  ahmet-sandal1-002.jpg

Annesi sahur vaktinde uyandırmıştı. Pazarcık sokakları sessizdi. Biraz sonra Davulcu Seydi, işte o sokaktan geçecekti. “Dom, dom, dom, güm, güm, güm” diye diye davuluna vura vura ve etrafı “zıngır zıngır” titrete titrete Davulcu Seydi o sokaktan geçecekti.

Selim, her sahur o davulcunun çaldığı davulun sesini belki duyuyor, belki de duymuyordu. Ancak, o sahur vaktinde o sesi net duyacaktı.

Çünkü Selim uyanmıştı. Annesi Meryem Hanım, Selim’i uyandırmıştı. “Kalk Oğlum uyan, bugün Arefe günüdür. Bu gün ne kuşlar bir şey yer ve içerler, ne de diğer hayvanlar bir şey yer ve içerler. Bu gün herkes oruç tutar.”

Selim, orucun ne olduğunu biliyordu. Çünkü, Anne ve Babası ve kendisinden büyük Abi ve Ablası oruç tutuyordu. Ancak “Arefe de nedir” acaba. Uyandıktan sonra bunu düşündü.

Yatakta gözlerini ovuşturdu. Mutfağa gitti. Annesi, sahur için yemek hazırlamaktaydı. Mutfakta “caa” denilen bir yer vardı. Caa’lar eski evlerde mutfak içerisinde bir köşede, el, yüz yıkama, hatta banyo işlevi gören yerlerdi. Orada bakır kalaylı bir satır içerisinde su vardı. Oradan birkaç tas su alarak yüzünü yıkadı. Biraz kendine gelmişti.

10 yaşındaydı Selim. Çok küçüktü Selim ve o gece seher vaktinde sahur için kalkanlar arasında Selim de var idi. Selim’in Annesi çok mübarek bir Hanımdı.

Dini Konularda Hassas Bir Anne: Meryem Hanım

Selim’in Annesi Meryem Hanım, zayıf vücuduna rağmen, orucunu titizlikle tutar ve diğer ibadetlerinde hassasiyet gösterdiği gibi oruca da hassasiyet gösterirdi. Meryem Hanım, dini konularda o kadar hassas ve titiz bir insandı ki, o kadar saygılı ve dikkatli idi ki, Selim çocukluk yıllarından şunu hatırlar: “Annesi, Babasının evin kenarında bir küçük oda olarak inşa ettiği dükkandaki eşyaları sağa-sola savurarak fırlatmış ve “bu Bakkal Dükkanında teraziyi tam tutturamazsan, çocuklarımın boğazından başkalarının hakkı geçer” diyerek haykırmıştı.

Selim bir de şunu hatırlar. Selim’in Annesi yeşil renge karşı o kadar saygılı idi ki, evde giyilmek üzere alınan bir pabucu yeşil renkli olduğu için giymemişti. Yeşil demek İslam demekti. Sevgili Peygamberimizin (asm) mübarek türbesinin kubbesi de yeşil idi. Yeşil Biz’de baş tacı idi.

Dini konularda hassasiyetin zirvesi Meryem Hanım, o sene en küçük Oğlu Selim’in de oruç tutmasını çok istiyordu. Ramazan Bayramı’ndan önceki güne Arefe derler. İşte bu Arefe günü Oğlu Selim’in oruçlu olmasını ve böylece de çocukların oruca daha en erken çocukluk yıllarında alıştırılması gerektiğine inanıyordu.

Meryem Hanım, okuma yazma bilmezdi. Ancak irfan ve izan sahibiydi. İlim okumakla elde edilirdi. Ancak, irfan ve izan içten gelen bir duygu olup Allah vergisidir. İlim kesbidir. İrfan ve izan vehbidir.

Anadolu’da Meryem Hanım gibi milyonlarca Annemiz vardır ki, okumamışlardır, ancak, hayata bakışları ve çocuk yetiştirmeleri bakımından profesörlerden kat be kat üstündürler. 

Meryem Hanım, Marangoz Mehmet Usta’nın Eşi Meryem Hanım, Selim’in Annesi Meryem Hanım, ne okuma, ne yazma bilirdi.

Çok zeki bir zihne ve azimli bir ruh yapısına sahip Meryem Hanım, maalesef, çocukluk yıllarında okula gönderilmemişti. 1942 doğumluydu. Okul yaşlarına geldiğinde sene 1948, bilemedin 1949 olsun. 1945-1950 arası Ülkemiz için kıtlık yılları, zorluk yılları. 2. Dünya Savaşı dedikleri en büyük felaketin tüm Dünya’yı kasıp kavurduğu gibi Ülkemizi de kasıp kavurduğu yıllar. Ülke olarak savaşa girmemiştik, ancak, ekonomik olarak savaştan çok etkilenmiştik.

Ekmeğin karneyle, yani sayılı dağıtıldığı yıllardı. Kıtlığın, yokluğun her tarafta kol gezdiği zor yıllardı o yıllar. İşte o yıllarda çocukluk yıllarını yaşayan Meryem Hanım okula gönderilmemişti. Okumayı, öğrenmeyi çok istemesine rağmen, maalesef bunu başaramamıştı. Bu durum içerisinde bir “ukde kalmış” olmalı ki, Meryem Hanım tüm çocuklarını okutmuştu. Hatta okula kendisi götürmüş, bizzat okula kayıt işlerini Meryem Hanım yerine getirmişti.

Selim’i de okula Annesi Meryem Hanım götürmüş ve kayıt ettirmişti.

Selim, 1971 yılında İlkokula Başlıyor.

Selim okula kayıt olduğu o ilk günü hiç mi hiç unutmaz. Okul Müdürü Recep Yılmaz, “Selim senin yaşın daha 6, yani okula kayıt yaşında değilsin. Ancak, seni okula kayıt etmem için, şu 3 soruma cevap vermelisin. Bunlara cevap verirsen seni okula kayıt edeceğim” diyerek Selim’i adeta daha ilk günden imtihan etmişti.

Küçük Selim, pür dikkat Okul Müdürü Recep Yılmaz’a bakarak, soruları beklediğini göstermişti. Selim’e sorulan 3 soru şunlardı: “Bir haftada kaç gün var?” “Haftanın günlerini sırasıyla söyle.” “1’den 10’a kadar say.”

Selim bu 3 soruyu da bilmişti. Şimdi, bu 3 soru belki günümüz şartlarında, internetin adeta her evde olduğu, bilgiye ulaşmanın artık çok kolay hale geldiği bu yıllarda size çok basit ve kolay gelebilir. Belki bu soruları şimdiki çocuklar, bırakın Selim yaşı olan 6’yı, 5 yaşında dahi bilirler.

Ancak, 1971 yılı, Selim’in ilkokula kayıt olduğu yıldır. Bu yılda her şey bu kadar basit ve kolay değildi. 6 yaşındaki bir çocuk bu 3 sorunun cevabını bilemeyebilirdi.

Selim, önce, “bir haftada 7 gün var” dedi. Bu günleri Pazartesi’den itibaren tek tek söyledi. Ve daha sonra 1’den 10’a kadar saydı. Pazarcık Yeni İlkokulu Müdürü Recep Yılmaz, “Aferin Evladım. Okula kayıt hakkını kazandın” dedi.

Selim, ilkokula dahi kayıt sırasında imtihan edilen Selim, hayatı boyunca hep imtihanla, hep mücadeleyle bir yerlere gelecekti. Hiçbir vakit torpille ve kayırmayla bir yerlere gelmeyecek ve hep bileğinin hakkıyla elde edecekti. Elhamdülillah.

Annesi, okula bu kayıt işlemine çok sevinmişti. Kendisi okuyamamıştı, ancak çocuklarını okutacaktı. Çok azimliydi bu hususta. Çok kararlıydı bu konuda. Kendisinin okuyamaması, okuma yazma dahi bilmemesi içerisinde hep ukdeydi. İçerisinde hep derin bir sızıydı.

Çocuklarına hep anlatırdı. “Sene 1948 ya da 1949, o vakitler jandarmalar evlere kontrole çıkar ve evde okul çağında çocuk varsa, alıp da okula kaydını yaptırırdı. Benim çocukluk yıllarımda jandarma bizim eve geldiğinde, Annemgil beni ahıra saklamışlar. “Evde okul çağında hiçbir çocuk yok” demişler.”

Evet, Annem bunu bize hep anlatırdı. “Çocuklarının okula gitmesini, okuyup da adam olmasını çok arzu ettiğini ve bu arzusunun Yüce Rabbimin gerçekleştirdiğini” hep anlatırdı. Hatta, sağda-solda sakallı-bıyıklı insanlar gördüğünde, “benim de oğullarım böyle sakallı-bıyıklı olacak mı” diye imrenirdi. Oldular, Elhamdülillah.

Selim, 10 yaşındaydı ve ilk orucunu tutacaktı. Yıl:1975.

Annesinin o sahur vaktinde kendisini oruç için sahura uyandırmasına çok sevinmişti. Annesi “bugün Arefe’dir. Hayvanlar da Arefe ve Şerefe günleri oruç tutar. Kuşlar ağzına hiçbir şey almazlar. Kediler ve köpekler dahi Arefe günü yemez-içmezler” dediğini o sahur vaktinde duymuştu. Arefe Ramazan Bayramı’ndan bir gün önceki gün ve Şerefe de ondan önceki gündür. Bu son 2 gün çok mühim. Ramazan Ayı’ndaki tüm oruç günleri çok mühim de, çocuklar için Arefe ve Şerefe günleri çok mühim.

Selim’in oturduğu Nurettin Aydın Mahallesindeki çocukların bir çoğu Arefe ve Şerefe günlerini oruçla geçirirlerdi.

Arefe ve Şerefe, Bayram’dan önceki son 2 gün ve çocukların oruca alıştırılmalarında en mühim bir vazife görüyordu.

Yarın Ramazan Bayramı idi. Ve Selim Bayram’dan önceki gün olan Arefe günü oruçlu olacaktı. Sahurda uyanmış, mutfaktaki caa kısmında yüzünü yıkamış ve bu arada sokaktan “Ramazan Davulcusunun davulunun güm güme güm güm, dum duma dum dum” sesi de geliyordu.

Davulcu Seydi Emmi, altında gri renkli şalvarlı, üstünde cepkenli ve yelekli kıyafetiyle ve ayağında da sivri uçlu kundura olduğu halde, Selim’lerin evlerinin önünden geçiyordu. Tüm Pazarcık’ı Seydi Emmi sahura uyandırırdı. Şalvarlı Davulcu Seydi Emmi heybetli bir görüntü çizmişti Selim’in gözünde.

Sahura Seydi Emmi Uyandırır, Ziyaret Tepesi’nde de Top Atılırdı.

Eskiden Ramazan Ayları çok şenlikli geçerdi Pazarcık’ta. Sahur ayrı heyecan, oruç ayrı heyecan, teravih ayrı heyecan, teravih sonrası sahuru beklemek ayrı heyecandı. İftar vaktinde Ziyaret Tepesi’nden bir top sesi duyulurdu.

Ramazan tüm Ülkemizde vaktin dopdolu geçtiği günlerdir. Elhamdülillah.

Pazarcık halkı Seydi Emmi’nin davuluyla sahura uyanır ve en sonunda Ziyaret Tepesi’nden duyulan top sesiyle oruçlarını açarlardı.  Tabi çarşıda bulunan Merkez İstasyon Camii’nden de ya Hamit Hoca’nın, ya Ramazan Hoca’nın, ya Mazhar Hoca’nın okuduğu ezan da duyulurdu.

Akşam ezanı Ramazan günlerinde bir türlü gelmek bilmezdi. Çocuk aklı işte. Selim o ilk orucu tuttuktan sonra da çocukluğunda çok oruç tuttu.  Babası Marangoz Mehmet Usta, Selim’in şu seslenişini her hatırladığında tebessüm eder: “Selim, çocukken oruç tutarken, acıktığından ve özellikle de susadığından olacak, akşam vaktine yaklaşırken, şöyle bağırırdı: “Hocam, Hocam, her gün ezanı okuyorsun da bu gün neden ezanı okumuyorsun, haydi ezanı oku da, orucumuzu açalım.”

Çocukluk işte. Hem çocukluk ve hem de oruç. Oruç tutmak kolay mı? Pazarcık’ta bundan 35-40 yıl önce Ramazanlar yaz sıcağına denk gelirdi. Günler uzundu. Düşünün sıcaklığı ve oruçsunuz. Düşünün uzun günleri ve oruçsunuz. Ne oluyor? Büyük zorluk yaşanıyor. Sabır gerektiriyor. Büyükler sabırdan anlar da, çocuklar sabırdan anlar mı?

Selim, çocukken oruç tuttuğu yıllarda sabırsızlanır ve o sabırsızlıkla ezanı geç okuduğunu düşünerek müezzinlere serzeniş içerisinde bağırırdı. “Kendi kendine bağırırdı esasında.” Evleri camiiden epey uzaktı. Selim bağırsa da müezzinler duymazdı. Çünkü mesafe uzaktı.

Selim, aradan 40 yıl geçse de Pazarcık’taki teravih namazlarını ve bu namazlardaki heyecanı, tadı asla unutmadı.

Pazarcık’ta Teravih Namazları ve Çocuklar

Selim, Pazarcık Merkez İstasyon Camiinde teravih namazlarını ve namaz sırasında, her dört rekattan sonra okunan methiyeleri, kasideleri ve ilahileri asla unutmadı. Bekir Emmi, Ramazan’ın ilk 15 gününde “hoş geldin Ey Şehr-i Ramazan” temalı neşe, sevinç dolu methiyeler ve ilahiler okurdu. Son 15 gününde ise “elveda Ey Şehr-i Ramazan” temalı hüzünlü kaside ve ilahiler okurdu. Güzel sesiyle cemaati adeta mest ederdi.

Büyükler teravih sırasında, mihrapta Ramazan Hoca’nın ya da Hamit Hoca’nın, müezzin mahfilinde de Bekir Emmi’nin ya da  Mansur Hoca’nın güzel sesiyle huşu ile kendilerinden geçerken biz çocuklar da camiin üst katında teravih namazından çok birbirimizle boğuşur, adeta güreş yapar, güler-oynar ve camii içerisinde koşar dururduk. Nedense, camii içerisinde ciddi olamazdık.

İmam, tüm cemaate “Allahûekber tekbiriyle” teravih namazını başlatır, sesli olarak namaz suresi okurdu. Biz de çocuklar olarak kıyamda, ayakta bir müddet ciddi olmaya çalışır, ancak, aradan çok kısa süre geçmeden kıkırdamaya başlardık. Zaten bir çocuk namazda kıkırdama ile hafifçe gülse, diğer çocuklar kahkaha ile gülmeye başlardı. Teravih namazı sırasında bizim gülmelerimiz namazdaki huşularına etki ettiğinden olacak, büyüklerimizi rahatsız ederdi. Teravih namazındaki büyüklerimiz, dört rekat sonrasında, o küçük arada, hemen camiin arka taraflarında saf tutan çocukların yanlarına doğru giderek, önce hafifçe azarlarlar, ardından da yaramazlık yapan çocukları aynı safta yan yana durmaktan men ederek, başka saflara gönderirlerdi.

 Çocukluk günlerimizin Ramazan Günlerinde teravihin böyle ayrı yeri olduğu gibi iftar vakitlerinin de ayrı yeri vardı.

Çocukluk Günlerimdeki Ramazanlar ve Büyük Çekirdekli Karpuzlar

Arkadaş, anlamıyorum bir türlü. Teknoloji geliştikçe, sözde medeniyet dedikleri şey ilerledikçe gıdalardaki tatlar azalıyor mu? Çocukluk yıllarımdaki ne peyniri, ne zeytini, ne ekmeği ve ne de diğer gıdalardaki tadı bulamıyorum. Fırından ekmek alıyorsun, eskisi gibi ekmekler buram buram, mis gibi kokmuyor. Manavdan karpuz alıp kesiyorsun karpuz kokmuyor, kabak kokuyor. Ne oluyor böyle ya!

Ramazan Günlerinde çocukluğumda karpuzlar var ya, karpuz değil sanki bal, sanki şerbet gibiydi. Karpuzun içerisindeki çekirdekler iri iri ve kurutulup da yendiğinde sanki kuruyemiş gibi değer görürdü. Şimdiki yediğimiz karpuzların çekirdekleri minik minik ve tatları da sanki karpuz değil, kabak tadında.

Ben çocukluğumun Ramazan Günlerini hatırladığımda en çok da o kıpkırmızı ve bal gibi karpuzlar hatırlarım. İftara kadar susamışsın. Susuzluğunu karpuz yiyerek gideriyorsun. Şimdi o tatları bulmak mümkün değil.

Selim şimdi yaşı 50’yi geçmiş olduğu halde, gözleri daldı ve bunları düşündü. Bir de ilk orucunu hatırladı. İlk orucu ve Annesinden aldığı ödülü düşündü.

Meryem Hanım’ın Oğlu Selim ve İlk Orucu

Selim, Annesi tarafından sahur için uyandırılmıştı. Annesi, irfan ve izan sahibiydi. Biliyordu ki, çocuklar dini bilgilerini ve ibadetlerini en erken yaşlardan itibaren öğrenmeliydi. Biliyordu ki, “ağaç yaşken eğilirdi.”

Selim, daha 10 yaşındaydı. Belki oruç tutmak küçük ve zayıf bedenine ağır gelecekti. Ancak öğrenmeliydi ve bilmeliydi.

Annelerimiz işte bu şuur ve bu hassasiyet içerisinde olmalıdır.

Şuurlu bir Anne’ydi Meryem Hanım. İsmini aldığı Meryem Anne gibi. Hz. İsa’nın Annesi’ne o kadar çok benziyordu ki, iffet, takva, ciddiyet, teslimiyet ve ibadette sanki Hz. Meryem gibiydi. Allah razı olsun cümlesinden.

O sahur vaktinde Selim karnını doyuruyordu. Selim, mahalle fırınından Annesinin gidip de aldığı sımsıcak pidelerle, peynir, zeytin gibi gıdalarla sahurda karnını doyurdu. Sabah ezanının okunmasına çok az süre kala nerdeyse 10 bardak kadar su içti. Çünkü susamaktan korkuyordu. Açlığa bir türlü katlanabilirdi de, susuzluk zordu. Annesi Meryem Hanım ve Babası Marangoz Mehmet Usta da aynı şeyleri söylediler ve susamaması için sahurda çok su içmesini öğütlediler.

Sahur bitmiş ve Ezan-ı Muhammedi okunmuştu.

O sabah ezanı Ramazan günlerinde tüm Müslümanlar için bir emirdi. Yemekten içmekten kesilecek, kötü söz ve düşüncelerden uzak durulacak ve tüm bedene, tüm ruha oruç tutturulacaktı. İftar vakti geldiğinde de yalnızca yemek ve içmeye serbestlik vardı. Yani, Ramazan günlerinde akşam ezanı yemek ve içmeye dair bir serbestlik getiriyordu. Kötü söz ve düşüncelerden uzak olmak, yalan söylememek, gıybet etmemek, hak ve hukuk üzere yaşamak, takva sahibi olmak ve benzeri hususlarda, yine tüm beden ve ruh, orucuna devam edecekti. Bu oruç son nefese kadar devam eden bir oruçtur.

Selim, sahurdan sonra “ya bismillah” diyerek oruca niyetlenmiş, ardından uyumuştu. Sabah uyandı ve koşarak çevrede kuş, kedi, köpek, tavuk ne kadar hayvan var ise, onları aradı. Acaba onlar da oruç tutuyorlar mıydı? Annesi sahura kaldırırken, “kalk bu gün Arefe’dir. Hayvanlar dahi oruç tutar” demişti ya, o sözün peşindeydi.

Annesinin o sözünün sırrını Selim yaşı ilerlediğinde ve artık çocukluktan çıktığında anlayacaktı.

Selim, aç ve susuzdu. Hava sıcak mı sıcaktı. Upuzun ağaçlar vardı mahallede. Ağaçların gölgesinde oturuyor ve sıcaklıktan korunmaya çalışıyordu. Öğle ezanı okundu. İftara kaç saat kaldığını merak etti. Daha epey vakit vardı. Arkadaşlarıyla biraz oyuna daldı. Sonra bir ara Annesi Meryem Hanım’ın yanına gitti. Onun göğsü kabarıyordu. Çünkü Oğlu Selim oruç tutuyordu. Oğlunun başını sıvazladı ve saçlarından öptü. Selim, evden tekrar ayrıldı ve sokakta tekrar oyuna daldı. Sonra İkindi ezanı okundu.

Pazarcık’ta İkindi ezanı okunduktan sonra ağaçların gölgeleri uzar ve serinlik başlardı. Selim seviniyordu. Adım adım iftara yaklaşıyordu.

Eve gitti. Sedirin üzerine çıkarak biraz uzandı. Biraz kitap okudu. Artık iftar vakti oldukça yaklaşıyordu. Babası Mehmet Usta da artık eve gelmişti. Mehmet Usta hem oruç tutuyordu ve hem de sıcak altında, güneşin kavurucu etkisinde elinde çekiç, keser çalışıyordu. Selim, Annesinin sofra için hazırlık yaptığını gördüğünde daha da sevindi ve içerisindeki mutluluk daha da arttı. İki yönden seviniyordu. Bir yandan Yüce Rabbimizin (cc) emrini yerine getirmenin sevinci vardı, diğer yanda da iftar için hazırlanan yiyecekleri yemekleri sofrada görmüştü, onun sevinci vardı.

Sevgili Peygamber Efendimiz (asm)in bu husustaki şu Hadis-i Şerif’ini Selim çocukluk yıllarında bilmiyordu. Bu Hadis-i Şerif’i sonradan öğrenecekti: "Oruçlu için iki sevinç ânı vardır. Biri, orucu açtığı anki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu anki sevincidir.'' 

Selim, çocukluğundan yıllar sonra “Ey Allah’ım (cc), bu iki sevinçten bizi ebeden mahrum bırakma. Amin” diye dua edecekti.

İlk Oruç ve Ödül

Ezan-ı Muhammedi’nin okunmasının vakti gelmişti. Önce Ziyaret Tepesi’nde atılan top sesini duydu Selim. Annesi Meryem Hanım, “Oğlum şimdi de Ezan okunacak” dedi ve Ezan-ı Muhammedi’nin latif, mübarek ve yüreklere huzur veren sözleri göklerde yankılandı. “Allahûekber, Allahûekber” nidası Selim’in ruhunda büyük sevinç ve coşkuyla yer ediyordu. Ve Selim bu sesler eşliğinde “ya bismillah” diyerek orucunu açtı. Önce birkaç bardak su içti. Çünkü çok susamıştı. Sonra da sofrada ne varsa yiyerek orucunu ikmal etmenin mutluğunu yaşamıştı. Yemek bittiğinde “Elhamdülillah” diyerek sofradan kalktı.

Şimdi Selim’i bir sürpriz bekliyordu. Annesi Oğluna bu ilk oruçtan dolayı bir ödül verecekti.

Acaba ödül neydi?

Selim’i Annesi, “ödül olarak hopucuna alarak evlerinin önünden geçen uzun caddenin bir başından sonuna kadar taşımıştı.” Annesi Selim’i hopucuna almış, caddenin bir başından ta sonuna kadar götürüp getirmişti.

Annesinin hopucunda Selim, sanki savaş kazanmış bir komutan gibiydi. Evet, evet, Selim de savaş kazanmıştı. Nefsini yenmişti. Pazarcık'ın uzun yaz sıcağında, Allah'ın izniyle orucunu tutmuştu.

(Hopucun ne olduğunu belki, şimdiki nesil bilmez. “Hopucunda  taşımak” demek, sırtında taşımak demektir.)

Annesi zayıf bedeniyle, güçsüz kollarıyla Selim’i sırtında taşımıştı. Selim ilk oruçtan dolayı ödülünü böyle almıştı. En büyük ödül Ahirette. İnşaallah ona da kavuşacaktı.

İlk Oruçtan 30 Yıl Kadar Sonra

Selim’in Annesi hastaydı. Yıl 2006. Hastalık çok ağırdı. Selim’in Annesi ağır bir hastalığa yakalanmış ve tedavi için Ankara’da Selim’in evinde kalıyordu. Her geçen gün hastalığın tesiri artıyor ve Annesi güçsüzleşiyordu.

Selim Ankara’da Müfettişti. Yaklaşık 25 yıldır da Ankara’da ikamet ediyordu. Annesinin  hastalığından dolayı Selim çok üzgündü. “Bu hastalık için şifa bulunur mu” diye en büyük hastanelere müracaat etmişlerdi. Hastalık “amansız hastalık” diye halk arasında tabir edilen hastalıklardandı. Ancak yine de Allah’tan umut kesilmezdi.

Selim havaların şiddetli soğuk olduğu ve kar yağışlarının da adeta Ankara’yı esir aldığı bir günde Annesini hastaneden eve getiriyordu. Yerde kardan dolayı buzlanma vardı. Selim Annesini arabasından indirmiş ve eve doğru elinden tutarak götürürken Meryem Hanım, hastalığın vermiş olduğu dermansızlıkla birden yere düştü ve oturduğu yerde öylece kaldı. Ne ayağa kalkabiliyordu ve ne de yürüyebiliyordu. Selim’in yanında o anda kız kardeşleri de vardı. Onlar da nerdeyse bir aydır Ankara’daydılar. Selim kız kardeşlerinin de yardımıyla Annesi Meryem Hanım’ı sırtına aldı ve evinin olduğu apartmana doğru yöneldi ve merdivenleri çıkmaya başladı. Selim 3 katlı bir Lojmanda oturuyordu ve Lojmanda asansör yoktu.

Selim, Annesi sırtında bir taraftan merdivenleri tek tek ve ağır ağır çıkıyor, bir taraftan da Annesinin kendisine ilk oruç tuttuğunda verdiği ödülü hatırlıyordu. Bu haldeyken Selim’in gözlerinden yaşlar düşmeye başladı. Selim ağlıyordu. “Ah Anacığım ah! İlk oruç tuttuğumda sen de beni sırtında taşımıştın. Şimdi sen ne hallere düştün böyle. Ben seni ölene dek sırtında taşısam, yine senin hakkını veremem. Ah Anacığım ah” diyerek ağlıyordu Selim.

Selim’in Annesi, amansız hastalıktan dolayı 2007 yılında vefat etti. Allah (cc) rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Not: Bu bir Hikaye Denemesidir. Hikayede geçen bazı isimler gerçek, ancak bazıları gerçek değildir. Bazı isimler takma isimdir. Ancak, yaşananlar tamamıyla gerçektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Sandal Arşivi