Eflatun Neimetzade

Eflatun Neimetzade

İlk yıllarda sanata merak(1)

İlk yıllarda sanata merak(1)

(“Sanat Hayatım” yeni kitabımdan parçaları sizlere, kıymetli okurlarıma takdim ediyorum. 55 yılımı sahne sanatlarının terennümüne, milli tiyatromuzun ve operamızın dünya sahnelerinde tebliğine; ayrıca Azerbaycan edebiyatının fatihlerinin, üstat şair, yazar, ressamların, Sovyetlerin çöküşünden sonra devletimizin kurucusu, ömrünün 50 yılını vatanımızın yükselişi ve dünyada tanıtımına vermiş, siyaset dehası, Sayın Haydar Aliyev, Cumhurbaşkanımız, Sayın İlham Aliyev ve Haydar Aliyev Vakfının Başkanı, İSESCO ve UNESCO’nun İyi Niyet Elçisi Mehriban Aliyeva’nın olağanüstü faaliyetinin dünyada tanıtılması ile ilgili “Anadolu” ve “Anlara İl” Gazetelerinde sayfa dolu yazılar yazdım Zalim düşman tarafından topraklarımızın yüzde yirmisi işgal olunmuş, Hocalı’da ve Garabağ’da Ermeni teröristleri toplu soykırım yapmıştır. Halkımız acılar yaşıyor… Özellikle, Yükselen Azerbaycan ve Türkiye, “Aynı Millet, İki Devletin kardeşliği ve sarsılmaz birliği hakkında makalelerimde, basılmış 14 kitaplarımda, dünya ülkelerinde Sempozyumlarda, İlmi Kongrelerde konuşmalar yaptım. Bunlar hakkında da okuyacaksınız…”)

…Çocukluk yıllarımı iyi hatırlıyorum. Kendimi algılayalı yıllarda bahçemizdeki kırmızı, sarı, beyaz çiçeklerin hoş kokularının bahçemizin dışına yayıldığını bu gün olmuş gibi hatıramda yer alıyor. Ben her sabah yatak odamdan dışarıya fırladığımda bu koku beni heyecanlandırıyordu. Hoş, nefis bir koku vardı bahçemizde. Hayran oluyordum.  Dünyanın en güzel çiçek bahçesi bizim bahçeydi. Koku alma, görme, dokunma ve anında konuları değişme yeteneği ta çocukluktan bende olduğunu çok çok sonralar, tiyatro tniversitesi aktörlük bölümünde okuduğum yıllarında fark ettim. Sahne hocalarım derslerde bunu özellikle vurguluyorlardı: “Beş duyunun ne olduğunu nazari olarak bilmeden, anlamadan duyuları çocukluktan çok iyi kullanıyorsun”, diyorlardı. Benden her hangi konuyu sorduklarında mimiklerimle, olayları gerçek gibi görüyor, tatlı ve doğal anlatıyordum. Az da komik söylediğimde sınıftakiler her kes gülüyorlardı. Ama ben farkına varmadan ciddi olarak anlatmaya devam ediyor, karşıdakileri hoş gülüşlerle baş başa bırakıyordum. Her kes gibi hocalarımı da güldürüyordum. Evet, doğal, hadiseleri, olayları sanki ekranda görüyormuş gibi anlatıyordum. Ama çocukluğumda beş duyunun ne olduğunu bilmiyordum ve bu beş duyunu kullanarak rolünü ifa etmeyi de anlayamıyordum.

Okulumuzdaki amatör tiyatroda roller oynuyordum. Rol derken küçük vodviller, piyeslerden parçalar oynuyorduk. Okul hakkında daha sonra anlatacağım. Komşular bize geliyordu ve ben onları da güldürüyordum. Pat diye bir konuyu anlatmaya konsantre oluyordum, yani konuya odaklanırdım. Ve bu konsantre olma, olayları anlatırken odaklanmanın sahne sanatında önemli kural olduğunu Üniversite yıllarında hocalarımdan işittim, duydum.

İNSANLARA SEVGİ DOLU ANLAR YAŞATIYORDUM

Evimizde özellikle annemi, babamı, kardeşlerimi; ilçemizde ise komşuları, arkadaşlarımı hep güldürüyordum. Reyonumuzda bana “İlimizin Artisti” derlerdi. Artist demelerine seviniyordum, ama artistliğin bir sanat dalı olduğunu bilmiyordum.  Ormanda, meydanda, okulda beni severek dinliyor, insanlara sevgi dolu anlar yaşatıyordum.

Az uzakta yemyeşil Savalan Dağları Hazar Denizinin kıyısına dek uzanıyordu ve bahçemiz bu yemyeşil dağların koynundaydı. Burası tabiatın mucize köşelerinden biridir. Güller-çiçekler çeşit çeşitti o yıllarda. Ama en sevdiğim gül, kırmızı “Muhammedi gülüydü”. Annem bu güle özen gösteriyordu, en aziz, en yakışıklıydı, çünkü Hazreti Muhammedin adını taşıyordu bu gül. Bir de bu gülün ıtırını alıyordu annem ve her okula gittiğimde saçıma, kaşlarıma ve yüzüme, gömleklerimin yakasına çekiyordu. Bütün kardeşlerime de aynen çekiyordu. Nefis bir koku eşliğinde okula giderdim. Sınıf arkadaşlarım beni kokuyorlardı, bu da hoşuma gidiyordu.

Kalabalık bir aileydik. Babam okulda muallim çalışıyordu. Botanik, zoolojiden sekizinci sınıflara ve erken eğitimde ise birinci-dördüncü sınıflara ders veriyordu. Branşında iyi bir muallim, Hoca olduğunu ilimizde her kes biliyordu. Yüzlerce, hatta binlerce öğrencileri yüksek bilim adamı olmuş, Üniversitelerde çeşitli alanlarda şimdi bile hocalık yapıyorlar. İçlerinde akademisyenler, profesör olanlar da vardır.

Babam bizim sınıfa da bu dersleri veriyordu ve hepimiz onun dersinden hayranlıkla ayrılıyorduk. Dersi iyi anlatıyordu babam. Evde de hepimizin dersleri ile muntazam ilgilenirdi. Ağabeyim Tevfik ve Muttalim abım kitap okumayı çok severlerdi. Babam örneğin, bir roman veriyordu Ağabeyime ve bunu acil oku, derdi. Sonra Abım bitiriyordu romanı ve sıra bana geliyordu. Daha sonra babam sırayla kitabı bizimle tartışıyordu. Böylece kitap okuma alışkanlığımız rahmetlik babamız sayesinde başladı ve gerisi hep devam etti.

KİTAP OKUMA KÜLTÜRÜNÜ BABAMDAN ÖĞRENDİK

İlçemizde kütüphane vardı, oradan çeşit-çeşit kitaplar alıyor, okuyor geri veriyorduk. Zaten evimizde beş yüze dek roman, poem ve öykü kitapları vardı ve okul bitene dek biz bu kitapların  tümünü okuduk. Okul yıllarında Çehov, Tolstoy, Dickens, Drayzer, Tagor, Turgenyev, Puşkin, Dostoyevski, Gorkiy, Abay, Çengiz Aytmatov, Reşat Nuri Güntekin gibi yazarların pek çok kitaplarını okuyup babamla konuları aralıksız hep tartışıyorduk. Ama doğma Azerbaycan yazarı ve şairlerimizi zaten ezber okuyorduk. Nizami Gencevi, İmameddin Nesimi, Muhamed Fuzuli, çağdaş yazar ve şairler Samet Vurgun, Mirze İbrahimov, Ali Veliyev, Süleyman Rehimov, İlyas Efendiyev, Resul Rza ve daha nice şair ve yazarlarımızı tekrar-tekrar okuyorduk. Aile geleneğinden okuma alışkanlığı ruhuma işlemiştir ve bu alışkanlık yaşamım boyunca hep devam ediyor.

Annem Mesma Ali kızı, ev hanımıydı. Okulu bitirememiştir. Sebebi de babam olmuştur.  Annem okulun yedinci sınıfına girdiğinde babam ona âşık oluyor. Derste anneme yaklaşmalar, sataşmalar, dokunmalar olduğundan annem bir daha okula gitmemiş, evde oturmuş. Sonra babam tüm köyü dedemin üzerine kaldırmış, zar zor annemle evlenmiştir. Ali dedem de, babaannem İncibeyim hanım da, teyzem de böyle diyorlardı. Zaten babam da aynısını söylüyordu. “Annenizi çok sevdim”, diyordu.

Dedem, yani babamın babası, Mirze Mutallim Erdebili tanınmış doktordu, dünya görmüş insan olmuştur. Güzel şair gibi de tanınıyordu. Dedem Tağı Ali, babamın sadece Erdebil kökenli olduğunu biliyordu. Fakat dedemin nesli-necabetini, sülalesini, kökenini tanımadığı için gül çiçek kızını ona ere vermek istememiştir. Sonra araya aksakallar, töre adamları girmişler, kefil olmuşlar, “okul öğretmenidir, okumuş insandır, Üniversite okumuş nasıl olsa”, dedikten sonra dedem razı olmuştur. Resmi düğün olmuş, böylece anneme sahiplenmiştir. On bir bacı kardeşiz ve babamın fazla kaçamaklarından da iki erkek kardeş bize eklenmiştir. Toplam on üç kardeşleriz. Şükürler olsun ki hepimiz sağ selametiz ve kardeşlerim kendi zahmetleriyle çalışıyor, ailelerini geçindiriyorlar. Ailemizde ekmeksiz kimse yoktur: her kardeş azimle çalışıyor ve ailesinin geçimini temin ediyor. Sadece Ağabeyim Tevfik’in erken ölümü tüm ailemizi yıpratmış oldu…

Ailemizde cerrah, öğretmen, hemşire, eğitmen, muhasebeci, sürücü bile vardır. Hepimiz Üniversite ve Kolej eğitimi almışız.

CENNET GİBİ YEMYEŞİL DAĞLARI ÖZLÜYORUM

Doğmuş olduğum Erçivan köyünün Doğusunda Hazar Denizi, Kuzey Batısında sıralanan yemyeşil Savalan ve Talış  Dağları göklere yücelmiştir. Güney kısmında Güney Azerbaycan vardır. Yani ta kadimlerden o topraklarda  Azerbaycan Türkleri yaşıyor. Biz Azeri falan değiliz, İran”da “Azeri’ler vardır, Hazar”ın kıyılarında yaşıyorşar; ta Sumerler döneminden Asurlar ve ya Süryaniler kalmıştır ki onlara İran”da “Azeriler” denir. Bizler ise Azerbaycan Türkleriyiz, Oğuz Kağan’ın torunları sayılıyoruz.

Sovyet işgalinden önce İran’da Persler Güney topraklarına sahiplenmiş bulunuyor ve orada resmi kayıtlara göre 40 milyon Azerbaycan Türkleri yaşıyordur. Toplamda dünyada 55 milyona yakınız ve dünyanın çeşitli kutuplarına dağılmışız. Tarihin acı sayfası ve yüz ağartıcı durumu böyledir. Bunlar hakkında ayrıca yazacağım, şimdi çocukluğuma dönmek isterim…

Okulumuzda Ağamirze muallim bize edebiyat dersini veriyordu. Derste aynı zamanda diksiyon ve dram kurslarını da beraberinde anlatıyor ve kısa vodvil ve piyesleri de sahneliyordu. Ağamirze muallim 2. Dünya savaşında Almanlara karşı vuruşmuş ve sol ayağından yaralanmıştı. Buna göre de yürürken aksıyordu, sol ayağını ağır ağır sürükleyerek çekiyordu. Zor oluyordu yürümek onun için, ama alışmıştı. Edebiyat derslerimiz çok meraklı, eğlenceli, coşkuyla geçiyordu. Biz küçük piyesler sergilerken öğretmenin dediklerini severek yapıyor, onun söylediklerini icra ediyorduk. Bunu ders olarak yapıyorduk, fakat bu ders olayı hayatımın dümenini değişmiş oldu. Bu merak daha sonra isteğe ve sahne hayatına alıp götürdü beni. Ben sahnenin ne olduğunu, aktörlüğün ciddi bir sanat alanı olduğunu okul yıllarında idrak etmiyordum. O zaman televizyon yoktu, sadece radyo vardı ve zaman zaman radyoda temsiller dinlerdim. Aktörlerin diksiyonu, değişik konuşma tarzı dikkatimi çekiyordu. Çoğu zaman onları taklit ediyordum. Fakat diksiyonumun bozuk olduğunun farkındaydım. Babam ve dedelerim İran topraklarından, Erdebil şehrinden gelmişlerdir. Nasıl olmuş, ne zaman gelmişlerdir? Olay şöyle gelişmiştir. İncibeyim nenem diyordu ki, babam Mirza Mütaalim Erdebil’i, Almanya’da tıp okumuştur. Bunu çok insanlar söyledi bana. İran’ın Sarab şehrinde Ağayı Sedullah (bir market sahibi ki, dedemi de, babaannem İncibeyim hanımın da, kardeşi Haydar ve kız kardeşi Fatma’yı da iyi tanıyordur) ile konuşmamda böyle ifade etti. Erdebil ve İran’da çok tanınan bir doktordu ve Tahran, Tebriz, Şiraz, Bakü, Gence, Astara dahil büyük şehirlerde ve ilçelerde, özellikle Astara rayonunun Erçivan, Penser, Artupa, Maşhan ilçelerinde Eczaneleri vardı. Tabelalarda da aynen böyle yazılıyordu: “Dükkânı Eczane, Mirza Mutaalimi Erdebil’i İrani”

Devamı vardır…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Eflatun Neimetzade Arşivi